Kıyamıyorum…
Hocam ‘kıyamıyorum’ ile başlayan her tümcenin bedeli ağır oluyor çocuklarımız için. Siz de özellikle bu konulardan kaynaklı iş yaşamında karşılaşılan sorunlara sıkça değiniyorsunuz. Neler söylemek istersiniz bu konuda?
Yüzlerce kişinin bulunduğu çok sayıda toplantıda, “Çocuğunuzun mutlu olmasını neden istiyorsunuz?’ diye sordum. Aldığım cevap büyük çoğunlukla “Başarılı olsun…, rahat bir hayatı olsun…’şeklinde olur. Kısacası mutluluktan anlaşılan “rahat bir hayat”.
Anne ve babalar “Çocuklarımız bizim yaşadığımız zorlukları yaşamasın” diyor.
Oysa o insanlar, kendilerini başarılı görüyor ise, o noktaya getirenin, yaşadıkları zorluklar olduğunu düşünmüyorlar. Benim en yaygın olarak söylediğim bu. Ve psikolojik bağışıklık sistemi gelişmeyen, beş seçenekli sınav sistemiyle esir alınmış ve başarıyla zehirlenmiş çocuklar, gençler ortaya bu şekilde çıkıyor ve bu çocuklar ileride bu okulları okusalar da önlerindeki bütün engeller, anneleri babaları tarafından, çoğunlukla da anneleri tarafından kaldırıldığı için, hayatın zorlukları karşısında korunmasız oluyorlar. Bir anlamda klasik aşının, vücutta antikorları zayıflatarak vücuda verme durumunda olduğu gibi. Hayatın zorluklarıyla karşılaşmayan, korumalı bir ortamda yetişen gençler, sahte ve gerçek olmayan bir “kendine güvene” sahip ve nedeni belli olmaksızın her şeye hakları olduğuna inanan insanlar oluyor. Neden sahte dedim? Çünkü ezbere davranışlarla, örneğin, göz temasıyla, karşı tarafın elini kavrayarak sıkarsa, yüksek sesle konuşursa güvenli davranış geliştireceğine inanıyor. Oysa yeterlilik, aşılmış ve deneyimlenmiş olan zorluklar sonucunda gerçekleşiyor. Geçmişteki başarısızlıkların üzerine inşa ediliyor yeterlilik. Geçmişte başarısızlık yoksa sınırlar da zorlanmamış demektir. Yani sınırları zorlayan tek şey sınava hazırlanmak oluyor. Kaldı ki, sınavlarda iyi derece alma, zekânın bir fonksiyonuyla ve özellikle de kuvvetli hafızayla ilgilidir.
Oysa hayat başarısı akademik başarının dışında bir parkurdur. En azından yarısı akademik başarının dışındadır ve yaşam becerilerini hayat içinde kazanarak gerçekleşir.
Bu konuda akademik yardımcımla beraber yazdığım ‘İlk İşim’ adında bir kitap var. İnsanların kendi mesleklerini uygulamadan önce öğrencilik yıllarında yaptıkları işlerin onlara hayatta kazandırdığı özellikleri anlattıkları elli dört hikâye var. Elli dördüncüsü de benim hikâyem. Mutluluğun zorluk yaşamamak olmadığını anlamamız ve çocuklarımıza anlatmamız gerekiyor. Çünkü zorluk yaşamamak bir anlamda haz dolu bir hayat yaşamaktır. Haz dolu hayat ise paranın satın aldıklarıyla mutlu olarak gerçekleşir. Güzel yemekler yemek, alışveriş yapmak, spaya giderek masaj yaptırmak, cinsellik, ‘eller havaya’ eğlenmek iyi ve haz dolu bir hayattır. Kısacası zorluğu olmayan hayattır ve böyle bir hayata parayla ve paranın satın aldıkları aracılığıyla alınır. Bunun ötesindeki ikinci düzeydeki mutluluk, kişinin yaptığı işte zamanı unutmasıyla gerçekleşir. Buna psikologlar “akış hali” derler. Çetin Altan’ın gençliğimde okuduğum bir yazısındaki ifade bana rehber olmuştur: “İnsanın bir işi yaparken aldığı zevk, o işten kazandığı parayı harcarken aldığı zevkten fazlaysa, o gerçek mutluluktur”. İşte bu daha farklı bir mutluluktur.
Üçüncü düzeyde mutluluk da kendi dışındaki dünyaya kendini borçlu hissedip, insanlara veya bir konuya hayvana, doğaya emek vermesiyle olur. Bu düzeydeki mutluluk, “kendini aşan bir amaca hizmet etmekle” mümkündür. Kendini aşan bir amaca hizmet, din aracılığı ile olacağı gibi, biraz önce belirttiğim gibi din dışı yollarla da olabilir. Günümüzde çocuklar sınav başarısı ve bu başarının getirmesi beklenen hayat başarısı ekseninde yetiştiriliyor. Çocuğumuza sınav ve hayat başarısını nasıl tanımlıyorsak, onun yaşamında da bu tanım para kazanmak ve mevki sahibi olmak olarak biçimleniyor.
Genelde çocuklarımıza vicdan ve erdem kazandırmak için çaba sarf etmiyoruz. Erdem dediğim zaman bile aslında çok soyut bir şey söylüyorum. Belki eski kavram haliyle söylemem daha doğru olur. Çocukların fazilet kazanmasına ihtiyaç var. Fazilet kavramı “fuzuli” den geliyor. Bir başka ifadeyle “olması şart olmayandan” kaynağını alıyor. İşte bu olması şart olmayan şeyi kazandırmıyorsak, o zaman ister istemez maddi değerler peşinde koşan, dışsal motivasyonla yaşayan, kendini dünyanın merkezi zanneden ve nedeni belli olmaksızın dünyadan kendini hep alacaklı gören, hakkının yendiğine inanan gençler yetiştirmiş oluyoruz.
Bu durum tüm yaşamda; evliliklerde, iş yaşamında her yerde kendini gösteriyor. “Ben tekim…, biriciğim…, özelim…” diyen gençler bir araya geldiğinde oluşan toplulukta yaşam uyumu sağlanamıyor ve sürekli doyumsuzluk yaşanıyor. Hiç şüphesiz hepimizin sevgiye, paraya, itibara, güce ihtiyacı var ancak bunları hak etmek kaydıyla. Hak etmemiz gerektiğini düşündüğümüz zaman, hayata ve yaşadığımız dünyaya karşı sorumluluklarımız hatırlamaya başlarız.
Bugün çocuk yetiştiren kuşağın özellikleri ne ve bu özellikler çocuklarla ilişkilerine nasıl yansıyor?
En önemli konulardan birisi de bu: Bugün bu çocukları yetiştiren Y kuşağının anneleri, yani 1980-90 arasında doğanlar. Bu kuşağın önemli özelliği, iyimserlik ve istek ile sorunların çözüleceğine inanmak. Kuşak bir tarafa, orta ve üst sınıf da, hayatla ilgili gündelik sorumlulukların dışında yaşamak, bunları kendine dert etmemek ve dolayısıyla da yetişkin sorumluluklarını yerine getirmek istemiyor ve bu sorumluluklardan maddi imkanlarının elverdiği ölçüde kaçınıyor.
Örneğin ergenlik dönemine gelen gençler yaşadıkları bölgenin dışında, kentin semtlerini tanımıyorlar. İstanbul’daki gençlerin önemli bir bölümü hayatlarını servis ve ailenin özel arabası içinde geçiriyor. Bu kuşaktaki genç yetişkinlerin önemli bölümü anne ve babalarından daha az para kazanıyorlar ve mülk sahibi olma oranları daha düşük. Yorgun, kaçıp gitmek isteyen ama bunun için de yeterli donanımı, birikimi olmayan, sıkışmış ve mutsuz durumdalar. Bu anne-babalar “ben olamadım çocuğum olsun” diyor. Çocuğunu hayat karşısındaki şansını artırmak için maddi koşullarını zorlayarak özel okula veriyor, ders aldırıyor, çocuğuna kıyamıyor ve onu elinden geldiğince zorluklardan koruyor. Yine en başta değindiğim bumerang yaşanıyor. “Kıyamıyorum” derken, hayat karşısında bağımsız olma ve güçlüklerle mücadele etmek için geliştirmesi gereken donanımdan yoksun bırakıyoruz ve böylece kıyıyoruz.
Bütün konuşmalarımda okunmasını önerdiğim ‘Ne Biliyorsam Anaokulunda Öğrendim’ kitabı da bunları son derece detaylı anlatır.
Bu anlattıklarıma örnek büyük kentlerin dışında ve yüksek hayat özentisi içinde olmayan ailelerde yetişen çocuklardır. Anadolu’da birçok yerinde potansiyelini hayata yansıtan çocuklar yetiştiren çiftçi, esnaf ve işçi aileleri var. İstanbul dışında yaptığım çalışmalarda şirketlerin önemli pozisyonlarında hep bu gençleri görüyorum. Çalışkan, sabırlı ve sahip olduklarının kıymetini genç yetişkinlerin en önemli özelliği, kendilerini bildikleri günden başlayarak “ailenin refahına değil hayatına ortak olmuş” olmaları.
Konu sadece potansiyeli hayata yansıtmakla sınırlı değil. Marmara Üniversitesi’nden Çiğdem Demir Çelebi ve Osman Sezgin ‘in yaptığı bir araştırma, orta eğitimli ailelerin, vicdan sahibi çocuklar yetiştirmek konusunda, yüksek eğitimli ailelerden daha başarılı olduğunu ortaya koyuyor. Bu da biraz evvel benim değindiğim konuları doğruluyor. Bu çalışma vicdan sahibi ve ahlaklı insanlar yetiştirmenin eğitimle ilişkili olmadığını, hatta bazen de tersine ilişkili olduğunu ortaya koyması açısından çok uyarıcı ve dikkat çekici bir çalışma.
-Hocam, anne babalığa hazır oluşluluğu çok önemsiyorum, bu konuda ne söylemek istersiniz?
-Evlenmeden önce birkaç hafta süren, evliliğe hazırlık kursu, arkasından da anne babalığa hazırlık kursu olmalı. Belediyelerin çok kolay organize edebileceği konular bunlar. Toplum için kesinlikle çok faydası olacağını düşünüyorum.
Anne ve babalık anlayışını hep birlikte değiştirmemiz ve iyileştirmemiz gerekir. Bu konuda akademik bilgiden çok sağduyulu Türk ailelerinin kuşaklar boyu yaptıklarına bakmak yeterli olcaktır.
Çocuk sahibi olan ailelerin ilk yıllarda yaptıkları en büyük hatalardan birisi çocukla yatmak, sürekli aynı yatağı paylaşmaktır. Bu, mutsuz evliliklerde çok sık rastlanan bir durumdur ve gerçekte, çocuk cinselliği ortadan kaldırmak için bir kalkan işlevi görür. Çocuk bu amaca hizmet etmemelidir.
Benim önemli olduğunu düşündüğüm konulardan birisi de çocuğa hitap etme biçimi: “Annecim…, babacım…, sevgilim…, aşkım…, ödevimizi yaptık…, dişlerimizi fırçaladık…, sınavımız var…” gibi çocuğun kimliğinin ötesine geçen sahiplenme, çocuğu kendinden kopartmama çabaları son derece örseleyicidir. Çünkü sonunda insanların hayat karşısındaki duruşları, tutumlarını belirleyen, hayatlarının ilk beş altı yılıdır.
İnsanlara güvenerek mi başlıyoruz, güvenmeyerek mi başlıyoruz? İş hayatında en çok karşılaştığımız kritik nokta bu, güvenin ve güvenle bağ kurmanın, hayatın ilk beş altı yılında kazanıldığını, anne ve babalar bilmelidir. Bu durum çocuğu sevip sevmemek ile ilgili değildir. Çocuğun her davranışına müdahale edildiği zaman, yaptıklarına “yapma”, yapmadıklarını “yap” dendiği zaman, çocuktaki bu güvenli bağlanma da kopmuş, zedelenmiş olur. Bu durum tüm yaşam için önem taşır. Böyle olduğunda çocuk “her an hata yapabilirim kaygısı” yaşar. Yumurtanın dışardan değil, içerden çatlaması gerekir. Dışardan müdahale ile kırılan yumurtadan çıkan yavru hayatta kalmakta zorluk yaşar.
Çocuklarla akşamları kime yardım ettiği konusunda konuşmak ve bu tür sohbetler açmak büyük değer taşır. Aynı sohbet içinde “sahip oldukları” üzerine konuşmak, onun değer bilmesine yardım eder. Çocuklar çoğunlukla sahip olmadıkları konusunda talepkar oluyor ve söz almaya çalışıyorlar. “Onu ne zaman alacaksın, “bunu ne zaman alacaksın?…”. Çocuğa elindekinin değerini bildirmek için bu tür sohbetler çok değerlidir.
Çocuklara çok oyuncak almanın, evi oyuncakla doldurmanın çocukların yaratıcılığını körelttiği kesindir. Çocuk bir taraftan yaratıcılık için resim ve benzeri sanat atölyelerine giderken, diğer taraftan evde oyuncaklar üzerine yığılıyor. Bu durum hemen her gelir grubu için geçerli. Gelir düzeyine göre oyuncağın kalitesi değişiyor ancak oyuncak konusunda tavır değişmiyor. Az oyuncağın çocuğun yaratıcılığını geliştirdiği unutulmamalıdır.
-Siz anlatmıştınız. Paket açılana kadar heyecan sürüyor. Sonra bitiyor.
-Evet, çünkü aynısı veya benzerinden evde bulunuyor. Gerçekte yenisine ihtiyaç yok. Sonra aynı durum ilişkilerde de yaşanıyor. “Kaybedersem yenisini alırım”, duygusu yaşamda yanlış ilişkilere neden oluyor. Sahip olmayı istediklerimizden çok sahip olduklarımız üzerine konuşmamız ve bunlara sahip olmayanlar için neler yaptıklarımız büyük önem taşıyor. Oyuncaktan yaşama yansıyan birçok boyut var. İlişkiler bunun bir örneği. İlişkinin değeri “ambalajını açana kadar” sürüyor.
Ben çocuk gelişimi ve eğitim uzmanı değilim. Her toplantımda da bunu söylerim. İki çocuk yetiştirdim. Bir sürü yanlış da yaptım. Okumayı, yazmayı seven bir insanım, birikim ve deneyimlerimi yansıtmayı ve paylaşmayı seviyorum. Çünkü işim gereği bu çocukların yetişkin olmuş halleriyle karşılaşıyorum. Onun için benim konuşmalarımın, yazılarımı hepsi, pre-mortem otopsidir.
Çocuk yetiştirmek, eğlencesiz bir mutluluktur. Bunu kabul etmek lazım. Hayatın özünde var olan neşeyi, eğlenceyi, mizahı ve düzeni, çocuğun görevlerini yapmasına ve başarıya kurban etmemek lazım. Kahkaha, eğlence, neşe ve eğlenceli bir sofra ortamı önce sıraladıklarımdan önemlidir. Çocukların ileride hatırlayacakları bir sofra değeri hiçbir şeyle ölçülmez çünkü kendi çocuklarına da kendi yaşadıklarının benzerini yaşatacaklardır.
-Ayağına taş değmesin deriz ya Hocam yavrularımız için, o taşları temizleyince gerçek yaşamda kayalar çarpıyor o kıyamadığımız yavrularımıza. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
-Bence bırakın ayağına bol bol taş değsin. Çocuk düşe kalka büyür. Sadece boyu ile değil her şeyi ile büyür.
* Prof. Dr. Acar Baltaş’ın, Yadigar Işıldak’ın ‘Kıyamıyorum Derken…’ kitabında yer alan röportajıdır.