Reading Time: 5 minutes

On dokuzuncu yüzyılın en saygın ve sözü dinlenir iktisatçılarının çoğu ekonomik büyümenin “insanların bütün ihtiyaçları karşılanana kadar” süreceğini ve bunun ardından kendini her yıl yeniden, aynı miktarda ve içerikle üretecek “durağan bir ekonominin” geleceğini düşünüyordu. Farklılıklarla birlikte yaşam sorununa da, aynı şekilde, geçici bir rahatsızlık gözüyle bakılıyordu: Farklılıkların çatışması ve bir arada yaşayamayacağı açık zıt kutuplar arasındaki savaşlar nedeniyle sık sık şirazesinden kayan ve baş döndürecek kadar farklı renklerle dolu dünya, sonunda (kökten bir şekilde) “bütün savaşlara son verecek bir savaşın” veya (evrimsel bir şekilde) uyum ve asimilasyonun yardımıyla, her türlü çatışmadan ve düşmanlıklardan arınmış, huzurlu, tek tip, tekdüze, sınıfsız bir dünya olacaktı. Almanya’nın Ren bölgesinden gelen iki ateşli genç, Karl Marx ile Friedrich Engels, kapitalizmin yüksek fırınları bizi bu dengeli, sorunlarından arınmış dünyaya taşımak için gerekli eritme işini yaparken hayranlıkla izliyorlardı. Baudelaire, uçup giden bir ânın içinden sonsuzluğa bakan en sevdiği modern ressam Constantin Guys’e övgüler düzüyordu. Kısacası o zamanki modernizm, sonunda a priori olarak sabit, önceden çizilmiş bir bitiş çizgisi olan bir yol, en nihayetinde kendini gereksiz kılacak bir hareketti.

Yine de, saplantılı ve takıntılı bir modernleşme süreci olmadan modernitenin en az esmeyen rüzgâr ya da akmayan bir nehir kadar oksimoron bir kavram olduğunun çok geç farkına varıldı ya da kabullenildi… Modern yaşam biçimi yeterince katı olmayan “düşük kalite” katıları eritme işinden yine aynı katıları ama bu sefer kendi başlarına ayakta kalamayacak kadar, yani fazlasıyla katı oldukları için eritme işine dönmüştür. Modernite muhtemelen en başından beri bu işi yapıyordu fakat James Mill, Baudelaire ve hatta Komünist Manifesto’nun yazarlarına zamanında bunu ima edecek bir şey söyleseydiniz, modernitenin sözcüleri size şiddetle karşı çıkardı. Yirminci yüzyılın başlarında Eduard Bernstein, “Hedef hiçbir şeydir, hareket her şey!” deme cesaretini gösterdiğinde sosyal demokrasinin Ekâbirler Korosu’nun protesto çığlıklarıyla karşılaşmıştır. Moderniteyi başlatan şey, dayanıklı yapıların yıkılıp yok olacağını gösteren işaretler ve dağılan [katı] yapıların ve onlardan kalan boşluğa hücum eden kısa ömürlü, geçici şeylerin dehşet verici görüntüleri olmuştu. Fakat aradan iki yüz yıl bile geçmemişken, kalıcılık ve geçicilik değerleri arasındaki üstünlük/aşağılık ilişkisi tam tersine döndü. Şu anda değerli olan şey –çözülmesi kolay bağların, geri alınabilecek taahhütlerin ve ömrü, oyun süresinden daha uzun olmayan, hatta bazen daha kısa süren oyun kurallarının yanı sıra– her şeyi tersine çevirebilme, bir kenara atabilme ve bırakılıp gidebilme kolaylığıdır. Ve hepimiz, durdurulamaz bir yeni heyecanlar avının içine fırlatılmış durumdayız. “Akışkan modernitenin gelişi”, Martin Jay’in haklı olarak ısrarla belirttiği gibi, her yerde aynı zamanda olmamıştır. Tıpkı tarihteki diğer dönüşümler gibi “akışkan hale” geçiş de gezegenin farklı yerlerinde, farklı zamanlarda gerçekleşmiş ve farklı hızlarda ilerlemiştir. Bir diğer can alıcı nokta da, değişimin her seferinde farklı bir düzen içinde gerçekleşmesidir – çünkü dönüşümü çoktan tamamlamış aktörlerin varlığı, onların iş akışlarının kopyalanıp her seferinde aynen tekrarlanması olasılığını seçenekler arasından çıkarmaktadır.

Kısacası, Aydınlanma’nın hayalini kurduğu ve Marx’ın vaat ettiği özgürlük “ideal üreticiye” göre biçilmiş bir giysiyse, pazar destekli özgürlük “ideal tüketicinin” ölçüleri göz önünde tutularak tasarlanmıştır; hiçbiri diğerinden daha hakiki, daha gerçekçi ya da elverişli değildir – sadece farklıdırlar, özgürlüğün farklı unsurları üzerine odaklanmışlardır. Bu soruları ciddi bir şekilde görgül [empirical] bir inceleme altına aldığınızda kaçınılmaz olarak fark edeceksiniz ki ister üretici yönelimli ister tüketici yönelimli, her iki özgürlük düşüncesi de, pratikte uygulanmalarını zorlaştıracak güçlü çatışmaları işaret etmektedir ve söz konusu bu çatışmalar, özgürlük düşüncelerinin dolaylı olarak gösterdiği programların kesinlikle dışında değildir. Tersine, bu “engelleyici” unsurlar, şaşırtıcıdır ki, “kolaylaştırma” programını uygulayabilmek için olmazsa olmaz kabul edilen koşulların ta kendisidir; biri olmadan diğeri olsun demek nafile bir hayal ve başarısızlığa mahkûm bir çaba olacaktır.

Ne var ki bu, metafizik değil sosyopolitik bir meseledir. İdeal, engellemeden kolaylaştıran, mükemmel özgürlük fikri metafizikte bir oksimoronken, sosyal hayatta ulaşılamaz bir amaçtır; başka nedenden olmasa bile –özünde ve kaçınılmaz şekilde sosyal bir ilişki olan– özgürlüğe doğru yapılan hamlenin aslında bölücü/ayırıcı bir eylem olmasından ve her somut uygulamanın karşısına, ona karşı bir hamlenin çıkacağından dolayı öyledir. Pek çok ideal ve değer gibi özgürlük de süresiz olarak in statu nascendi, yani hep başlangıç durumundadır; hiçbir zaman ulaşılamaz, fakat (daha doğrusu tam da bu nedenle) sürekli olarak ulaşılmaya çalışılır, uğruna mücadele edilir ve bunun sonucunda, adına tarih dediğimiz sonu gelmeyecek deneme yanılma sürecindeki muazzam itici güç haline gelir.

İçinde bulunduğumuz kötü durumun “akışkanlığının” başlıca nedeni, kısaca “liberalleşme”  denen, yani yapabilme erkinin nelerin yapılması gerektiğine karar verme yetisinin ayrıldığı, bunun sonucu olarak eyleyicinin ortada olmadığı veya zayıf kaldığı, ya da başka bir deyişle hedef için gerekli eldeki araçların yetersiz olduğu durumdur. Bir diğer neden ise, karşılıklı bağımlılıklar ağıyla sıkı sıkıya örülü bir gezegen üzerindeki eylemin “çokmerkezliliğidir”. Kabaca söyleyecek olursak, “akışkanlık” koşulları altında her şey yapılabilir fakat yapılacak hiçbir şeyin kesinliği olmaz. Cehalet (gelecekte neler olacağını bilmenin imkânsızlığı anlamındaki cehalet) ve acziyet (olacakların önüne geçmenin imkânsızlığı anlamındaki acziyet) duyguları ile uçucu ve her yere nüfuz etmiş, yeri belirlenemeyen, atacak demiri olmayan ve deli gibi tutunacak yer arayan korku bir araya gelerek, hiçbir şeyin kesin olmadığı belirsizliği doğururlar. Akışkan modern koşulları altında yaşamak, mayın tarlasında yürümeye benzetilebilir: Herkes her an herhangi bir yerde bir patlama olabileceğini bilir, fakat kimse patlamanın kesin olarak ne zaman ve nerede olacağını söyleyemez. Küreselleşmiş bir gezegende bu durum evrenseldir – kimse bundan ve doğacak sonuçlardan muaf değildir. Dünyanın küçük bir noktasında gerçekleşen bir patlamanın şoku gezegenin her yanına dalga dalga yayılır. Bu durumdan kurtulmanın bir yolunu bulmak için çok fazla şey yapılması gerekir fakat yapabilme erkinin nelerin yapılması gerektiğine karar verme yetisinin yeniden bir araya getirip kaynaştırmanın, “yeniden katılaştırmayı”  düşünen biri için  olmazsa olmaz bir koşul olduğu açıktır.

Ekonomik büyüme sancıları çeken bir dünyada yoksulluğun inatla sürmesi, düşünen insanların durup süregiden gelişmenin yol açtığı dolaylı kayıplar üzerine kafa yormaları için yeterli bir nedendir. Bir başka endişe kaynağı da yoksullar ve yeterli imkânı olmayanlar ile varlıklılar arasında gittikçe derinleşen ve sadece en güçlü, en gözü kara dağcıların tırmanmayı göze alabileceği uçurumdur. Yukarıda bahsettiğim makalenin yazarlarının uyardığı gibi, hayatta kalmak ve makul bir hayat sürmek için gerekli ve gün geçtikçe daha zor bulunan, ulaşılması güç donanım zenginler ile yoksullar arasındaki kıran kırana bir savaşın malzemesi haline geldiğinden, gittikçe derinleşen bu eşitsizliğin en büyük kurbanı demokrasi olacaktır.

Ve en az diğerleri kadar ciddi bir endişe nedeni daha vardır. Refah artışı demek tüketim artışı demektir; zenginleşme, her şeyden önce, yaşam kalitesini artırdığı sürece arzu edilen bir değerdir. Fakat dünyanın her yerine yayılmış Ekonomik Büyüme Korosunun gündelik dilinde “hayat koşullarını iyileştirmek”, ya da daha tatminkâr yapmak demek “daha fazla tüketmek” anlamına gelir. Bu koronun inanmış  üyelerine göre kefarete, kurtuluşa, kutsala, dünyevi inayete, doğrudan ve sonsuz mutluluğa giden bütün yollar alışveriş mekânlarından geçer. Mutluluk peşinde koşanlar gelip boşaltsın diye bekleyen dükkân rafları malla doldukça, bu rafları dolu tutacak kaynakların –hammaddelerin ve enerjinin– taşıyıcısı ve tek sağlayıcısı olan dünya boşalmaktadır; bu gerçek, Amerikan basınında “sürdürülebilirlik” konularına ayrılan yerin %53’ünde doğrudan inkâr edilmiş, kalanında ise ya görmezden gelinmiş ya da sessizce geçiştirilmiştir.

Mutluluğu mağaza raflarında arama dönemi geri dönüşün söz konusu olmadığı, sürekli olarak tek yönde ilerleyen bir atılımdan çok, bir kereye mahsus, doğası gereği ve kaçınılmaz olarak geçici bir sapma mıydı, sapma mıdır ve ileride de öyle mi olacaktır?

Dedikleri gibi, jüri hâlâ toplantıda… Fakat artık bir karar verilmesi gerekiyor. Jüri toplantıda ne kadar uzun kalırsa, kumanyalar tükendiği için zorla geri çağrılma ihtimalleri de o kadar artıyor…

Kaynak: Akışkan Modernite, Zygmund Bauman

About The Author

Bir yanıt yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.